Kalp ve damar sistemi birbirinin devamı olan değişik çap ve yapıda olan ve içerisinde vücudumuzun tüm hücrelerinin hayatta kalması için gerekli kanın taşınmasını sağlayan bir damar ağından oluşur. Kan damarları, gerek atar damarlar gerekse toplar damarlar olsun, son yapısına ulaşmış ve görevi sadece kanın ve içerisindeki kemik iliğinden üretilerek sistemik dolaşıma salınan kan hücrelerinin iletilmesi değildir. Damar katmanlarında en içte bulunan “endotel tabakası” ile damarın içi ve dışı arasında sıkı bir iletişim sağlanır. Endotel tabakası yüzeyindeki reseptörler sayesinde hücre altı sinyaller ile damarın iç boşluğunda bulunan hücreler ile iletişim sağlanırken, aynı zamanda taşınan besin ve oksijen ile de dokuların beslenmesi sağlanır.
Damar sürekli yenilenme ve devinim içerisindedir. Damarın kas ve damarı besleyen dış tabakası damar içinden gelen sinyallere ve damarı dışardan saran otonomik sinirsel ağa çok duyarlıdır. Damar yatağında kan kolaylaştırılmış bir iletim dalgası ile taşınır. Damarların yenilenmesi sadece bölgesel hücreler ile değil kan dolaşımında kemik iliğinden salınan “Endotelyal progenitör hücreler” ile de desteklenir.
Damar sertliği olarak da bilinen “Atherosklerozis” çoğu çevresel edinilmiş hastalıklar nedeniyle damar sistemindeki bu yenileyici sistemin onarım kapasitesinin bozulması ile başlamaktadır. İlk önce damarın kasılma ve gevşeme kapasitesi ya da ürettiği nitrik oksit (NO) gibi bir takım kimyasal ajanların azalması ile fonksiyonel özellikleri bozulurken, daha sonra damar duvarının kalınlaşması ve içerisinde kronik yangısal değişimler ile seyreden “plak” oluşumu ile anatomik değişiklikler gözle görünür hale gelmektedir. Damar sertliğinin önlenmesi için kan basıncı, kan şekeri, damar içi yağ düzeyinin kontrolü, damar ve iç organlarda hücre içi yağlanmanın azaltılması (iç organ obezitesi) ve sigaradan uzak durulması önemli noktalardır. Genetik olarak aktarılan damar hastalığı riski, çevresel faktörler ve aile ile aktarılan beslenme ve yaşam tarzı ile birlikte kişinin damar hastalığı geliştirme riskini artırmaktadır.
Kadınlar daha şanslı
Kadın cinsiyet menapoz gelişimine kadar hormonal yapının onarıcı sistemi desteklemesinden dolayı damar sertliğine karşı korunmaktadır. Bu korunma onların erkeklere göre on yaş kadar daha geç damar hastalıkları ile karşılaşmalarını sağlamaktadır. Stres, hareketsizlik hastalığı, erken menapoz, ailesel kolesterol yüksekliği, genetik olarak onarıcı sistemin zayıflığı, kan pıhtılaşma sistemi ve bağışıklık sistemindeki bozukluklar ek olarak söylenebilecek risk faktörleridir.
Tıp biliminde hastalıkların mekanizmaları ortaya konuldukça, tedaviden daha önemli olanın hastalığın oluşmasının önlenmesi olduğu ortaya çıkmıştır. Bunun için “öğrenmek ve buna göre yaşamamız” önemli. Ancak bir hastalığın ortaya çıktıktan sonra tedavisi de tıp biliminin önemli bir uğraş alanıdır. Ancak bu alanda başarının anahtarı “doğru tanının her zaman doğru tedaviyi getirebileceği” gerçeğidir.
Kalp damar hastalıklarında doğru tanı için geliştirilen bir çok yeni tanısal testimiz mevcut oldu. Bu testlerin tanı koyma kabiliyeti gözle görünür bir hastalık oluşmadan fonksiyon bozukluğu düzeyinden başlayıp ciddi yapısal bozukluğun gözle görülebilir aşamalarına kadar uzanmaktadır. Damarda akım aracılı gevşeme ve nabız dalga hızı klinikte fonksiyonların ölçülmesinde kullanılmaktadır. Kandan ise endotel fonksiyonlarının göstergesi olan NO ve ADMA gibi bir takım kimyasalların düzeyi yanında damar duvarı onarıcısı kök hücrelerin akım sitometresinde sayılması söylenebilir. Damar duvarında meydana gelen yapısal değişiklikleri klinikte en kolay görebileceğimiz görüntüleme yöntemi ise damar ultrasonudur. Damarın en iç tabakasının kalınlığı genelde 0.9 mm’nin altına seyreder. Damar duvarında yangısal aktivasyon ile başlayan damar sertliği damar hücresel fonksiyonlarının bozulması ile hızlanır ve damar duvarının kalınlaşması ile kendini gösterir. 0.9-1.2 mm arasında artmış olarak ve 1.2 mm üzerisinde ise aterosklerotik plak oluşumundan bahsedilir. Bu seviyelerde damar hastalığının akut ve kronik süreçleri dönemsel döngüler halinde hastalığın damarı tuttuğu organda getireceği olaylar ile klinikte karşımıza çıkar. Damardaki plağın yapısındaki değişimler risk faktörlerinin kontrolsüzlüğü ve bağışıklık sistemi ve damar onarım sistemindeki dengenin ne tarafa kaydığı ile ilgili olarak değişir. Eğer bir damar lezyonu ani olarak damarın kendi içine ya da damar dış duvarında besleyici damarda bir kararsızlığa giderse o damarın ani tıkanmasına kadar giden akut sonuçlar doğurabilir. Bu beyinde olur ise kişide inme, kalpte olursa kalp krizi adını alırken damar sisteminin her noktasında bu tarz bir sonuca sebep verebilir. Tıp bilimi bugün insan damarındaki bu lezyonların kararlıdan karasıza geçtiğini klinikte kullanılabilir anlamda ortaya koyabilmiş değildir.
-Damar sertliği-
Kök hücre uygulamaları...
Damar sertliğinin oluşumu risk faktörleri ile yoğun mücadele ile çoğunlukla engellenebilir. Hastalık başladıktan sonra onu tümü ile ortadan kaldırmak mümkün olmasa da durdurulabilir ve hatta geriletilebilir. Yenileyici kök hücreler ile gelecekte tamamı ile hastalığın ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar mevcuttur. Ancak kök hücrelerin kendileri arasında ve damar ile olan etkileşmelerinde öğrenilmesi gereken bir çok etkileşim vardır. İyi bir koordinasyonun sağlanması ancak tıp biliminin bu mekanizmaları ortaya koyması sonrasında sağlanabilir.
Kalp damar sistemi içerisindeki kanı tek yönlü bir kapak sistemi ile vücuda pompalar. Kalbin sağ tarafı kanı oksijenlenmesi için akciğere iletirken, sol tarafı kanı tüm vücuda gönderir. Aslında akciğer ve vücuttaki en küçük damar ağı yapıları bir nevi vücudun en küçük filtre noktalarıdır. Yüzölçümü oldukça geniş olduğundan normalde direncin düşük olması kanın vücutta devri daimi için çok önemlidir. Diyabet, hipertansiyon, hiperlipidemi, sigara gibi damarsal risk faktörleri yanında yaş ile de damar yapısında bozulmalar özellikle bu düşük ileti direnci olan filtrelerde direnci artırır. Kalp artık bu direnci de yenmek için çalışmalıdır. Özellikle kalp yetmezliğinin kalbin kasılmasının korunduğu alt grubunda bu mekanizma temel yer teşkil eder. Mekanizmaların daha iyi anlaşılması ile günümüzde bu hastalıkların daha iyi medikal tedavisi mümkün olmuştur.
Kalbin bağlı olduğu damar sistemine ikincil gelişen hastalıkları yanında doğrudan kendinden kaynaklanan hastalıkları da mevcuttur. Kasları, damar sistemi, elektrik sistemi, kapakları ve zarı ile ilgili doğuştan ve sonradan kazanılmış bir çok hastalığı artık çok gelişmiş görüntüleme ve fonksiyonel testler ile ölçülebilir noktadadır.
-Kalp yetmezliği-
Kök hücre uygulamaları...
Bugün kalp ile ilgili en çaresiz kalınan nokta kalp yetmezliği ile ilgilidir. Bu alanda son yıllarda medikal ve girişimsel alanda yüz güldürücü sonuçlar alınmıştır. Ancak hastalığın kronik yapıdan çıkartılıp tamamı ile ortadan kaldırılması yine kök hücreler ile sağlanabilecekmiş gibi görünmektedir. Bu alanda yaklaşık 20 senelik bir bilgi birikimi oluşmuştur. Bir takıp etik problemlerin aşılması sonrasında hızlanan kardiyak kök hücre çalışmalarında birçok mekanizma anlaşılmıştır. İlk çalışmalarda çeşitli yöntemler ile kemik iliğinden değişik alt tiplerde kök hücreler farklı yol ve yöntemler ile kalbe nakledilmiştir. Bu çalışmalarda kalp fonksiyonlarında %5-10 düzeyinde düzelme saptanmıştır. Ancak tam bir tedavi daha büyük ve tekrarlanabilir bir düzelme ile mümkün olabilecektir. Bunun için yerleşik dokudaki kök hücrelerin dışarıda çoğaltılarak alınan organa geri nakli düşünülmüştür. Bu düşünce farklı cinsiyette bir dönörden yapılan kemik iliği nakli hücrelerinin alıcının kalbinde tespit edilmesi yanında son farklılaşma evresinde bulunan kalpte düşük de olsa hasarı tamir eden yerleşik (residence) kök hücrelerin tespiti rol oynamıştır. Son çalışmalar bu hücrelerin üzerinde yoğunlaşmaktadır. Fakat bir organın tümü ile rejenerasyonu olasılık ile bir kök hücre tipi ile değil de işbirliği ile çalışan birden farklı lokal doku ve kemik iliği kaynaklı sistemik kök hücrenin rejenerasyon için hazırlanmış yerel doku hücreleri ve uygun hücreler arası yapının sağlanması ile başarılabilecektir.
Obezite ve hareketsizliğe karşı neler yapmalı?
Vücudumuz tek bir DNA ve hücreden milyarlarca hücreye dönüşen karmaşık bir yapıdır. Tıp bilimi ile bildiğimizin yanında bilmediğimiz ancak mekanizmaları aydınlatıldıça bir çok hastalığa tedavi olabildiğimiz bir süreci yaşamaktayız. İnsanoğlu zaman içerisinde toplu yaşama ve şehirleşme ile birlikte doğal yaşam şartlarından uzak, fizyolojisine bir miktar uygun olmayan bir beslenme ve yaşama şekline evrilmiştir. Bunun sonucu, hareketsilik hastalığı ve obezite ile birlikte oraya çıkan birçok hastalık ve bunların oluşturduğu başta damar sertliği ve ek hastalıklar ile başetmek zorunda kalması olmuştur.
Hareketsizlik insan metabolizmasında iki açmazı birlikte getirmiştir. İnsan doğada hayatta kalabilmek için beslenmelidir. Normalde doğada hareket etmeden beslenmesi mümkün değildir. Bu nedenle az hareket ettiğinde beslenememe riski nedeni ile alınan tüm besini depoya alma ve oradan azalmış metabolizma ile az tüketme eğiliminde olur. Oysaki doğada bu şekilde çalışan mekanizma insanın bugünkü yaşam biçimi ile parallel değildir. Çünkü az dahi hareket etse insan besine artık günümüzde ulaşabilmektedir ve bunun hareketsizlik ile birlikteliği kaçınılmaz obezite ile sonuçlanmaktadır. Tersi ise, yani en az günde 10 bin adımın atılması, hareketsizlik hastalığından bizi kurtarabilmektedir. Bu vücut metabolizmasını doğada kas ve kemiğe ihtiyaç sinyali ile değiştirmektedir. Bu sinyal insanda derin duyu ile (gözlerimizi kapadığımızda uzayda konumumuzu bilmemizi sağlayan sistem) bir nevi hareket sensörü mekanizması ile sağlanmaktadır. Bu sayede tamamı ile aynı diyeti tüketen insanlarda bile hareket durumu, metabolizmalarının yağlanmaya mı kas-kemik yapımına mı yöneleceğini belirlemektedir.
Her ne kadar hareket insan metabolizması için önemli ise de diyetin içeriği beslenmede sınırlılığı belirlediği için önemlidir. İnsan beyni bir tokluk merkezine sahiptir. Bu merkez kan dolaşımındaki besin içeriği ve hormonlar ile etkileşebilmektedir. Temel olarak protein düzeyi tokluğu kalıcı ve uzun süreli sağlarken, karbonhidratlar hızlı ancak geçici bir his oluştururlar. Bu nedenle beslenmede öncelik proteinlere verilirken, yapılan bedensel iş gücü kullanımına göre karbonhidratlar ardınan eklenmelidir. Ancak açlık hissi metabolizmayı azaltıp kilo vermenin önündeki en büyük engellerden birini oluşturduğu için bunun proteinler ile sağlanması en fizyolojiği olacaktır. İnsan barsak sistemi dış ortamdaki besinlerin insan metabolizmasına temas ettiği en yakın noktadır. Birçok mekanizma işletilmektedir. Ancak pro-biyotikler ve onların fonksiyonel süresini uzatan pre-biyotikler insan doğası ve fizyolojisine en uygun besinleri oluştururlar. Bu nedenle güne yoğurt ile başlayıp onun ile bitirme fikri abartılı ancak doğru bir tespittir. Yeşil sebze ve meyveler, maden suyu ile mineraller, katı yağlar yerine natürel sızma zeytin yağı, omega 3 den zengin balık ve ceviz bizim şehir hayatındaki diyetimizin içinde olmalıdır. Beslenmemizi bu temel yaşam tarzı alışkanlıkları ve beslenme ilkeleri ile yapmamız bizlere daha uzun bir damar yaşı ve sağlığı sağlayabilecektir.